‘OH OLSUN’ KOROSU
- Ihsan Colak
- Feb 28, 2016
- 5 min read

Dehşet verici hukuksuzluklar birilerinin şehvetini arttırıyor. Eski hesaplarını, -haklı haksız- mağdur ve mazlumların üzerine boca etmekten geri durmuyorlar. En suret-i haktan görüneni imalı bir kafa sallayışla “Otoriteye baş kaldırırsan bunu görürsün.” dersini veriyor mimikleri ile. Bu aynı zamanda bu insanların vicdanlarında zalimden yana olmaları veya en azından mağduru destekleme riskinden uzak olmalarını meşrulaştıran bir rahatlama alanı oluşturuyor. Vicdanları ile ses verdiklerini iddia ediyorlar ama yanlış zamanda yanlış kişilere doğrultulan bu vicdan görüntüsü kirli yüzlerine çektikleri peçeden başka bir şey değil.
Bu rahatlık alanı onların vicdanlarını susturma çabası olsa da bir başka tehlikeli sulara götürüyor toplumu. “Oh olsun” korosu ülkede hiç susmayacak bir “oh olsun” yankılanması, daha doğrusu kısır döngüsünü besliyor. Mazlumun, mağdurun daha önce yaptığı, hatta yapmadığı varsayılan eylemleri karşısında -özellikle güç şehvetine kapılanların yardakçılığının prim yaptığı şu dönemlerde- toplu halde zulmü değil de mağduru kınama, zulmü daha da şedit hale getiriyor. Mağdura ise bir başka zulüm döngüsü karşısında başkalarına aynı ifadeleri kullanma ve aynı şekilde muamelede bulunma hakkını veriyor.
Cemaat bundan önce haksızlığa konu olan birçok olayda ses verdi ise de bazı konularda gücü nispetinde yapabileceklerini yapıp gücünü aştığını düşündüğü alanlarda susmayı tercih etti. Bu susmalar kimilerince bir ahlaki sorun olarak görülse de cemaatin iç dünyası başka bir şekilde çalışıyordu. “Hizmetlerimizi hakkı ile her yere götürürsek haksızlıkların, adaletsizliklerin önüne de geçebiliriz.” düşüncesi ile sadece kendi işlerine yoğunlaştılar. Bir dönem siyasetten uzak kalma adına gazete okunmasını bile teşvik etmeyen cemaat hizmetlerinin görünürlüğü oranında karşısına çıkan devlet ve uzantılarının şiddet ve engellemelerini aşmak için gazete çıkardığı zaman kendi haklarını savunma ve karşısına çıkacak engelleri aşma gayesini taşıyordu.
Böylesi temel bir gaye ile yola çıksa da karşısında o dönemlerde basın yayın temsili oldukça zayıf olan koskoca bir dindar camianın sözcüsü olma yükümlülüğünü buldu. Gazetenin ilk yıllarında -özellikle darbe dönemlerinin ağırlığının en güçlü hissedildiği 90'lı yılların başlarında dindarlara yapılan baskıları savuşturma görevini yapmaya çalışırken, özellikle radikalleşmiş dindar kesimlerce kendi inançları ve doğrularına karşı bilinçli veya bilinçsiz saldırılarla da uğraşmak durumunda idi. Farklı cemaatlere yapılan haksızlıklarla mücadele ederken kendince doğru bulmadığı uygulamaları da eleştirmesi de dindarların bazıları nezdinde düşmanlaştırılmalarına neden oldu. Sorumsuz siyasilerin kutuplaştırıcı söylemleri, Kudüs tiyatroları, güçlerinin çok üzerinde ve büyük darbelerle sonuçlanan protesto eylemleri cemaat ve medyasının tasvip etmediği eylemler olduğu halde ne bu eylemlerin sahiplerini ne de kurulu düzeni memnun edemeyecek bir alana sıkışmışlık halinde idi. Sivas olayları bu sıkışmışlık halinin en belirgin örneği idi. Bir taraftan devletin derinlerince kotarılan bir senaryo, öte yandan bu senaryoya itirazsız gönüllü yazılmış dindar kitleler. Hizmet medyası bu ikisi arasında kendine açıklama yolları ararken olayın insani olan tarafının ıskalanmasına neden olacak uçlarda izahlara da gitmek zorunda kaldı. Bu arada kalmışlığı ise onun suç hanesine yazıldı.
Neden ‘istediğim’ gibi tepki vermiyorsun!
Aynı durum Kürt sorununda da başına geldi. Bir tarafta güvenlikçi devlet ve onun uç söylemleri, diğer tarafta Kürt hareketinin daha önceki barışçıl temsilcilerini elimine ederek tek sesi haline gelmiş bir terör örgütü. Bu ikilemin içinde ortada kalmak, zaman zaman terör karşıtı söylemleri savunmak hareketin Kürt karşıtı olarak algılanmasına neden oldu.
Bu dönem zarfında cemaat, başka hiçbir sosyal hareketin karşılaşmadığı kadar, en ağır ithamların muhatabı olma durumunda bırakıldı. Başka hiçbir sosyal ve dini hareketten istenmeyen, beklenmeyen şeyler bu cemaatten beklenir oldu. Kürt sorunu karşısında sessiz kalmak suç ise bu suçun muhatabı bir cemaat değil bütün bir toplum iken sadece cemaat bununla suçlanıyor. Aynı şekilde başka hareketlerin temsilcilerinden beklenmeyen her türlü tepkinin bu cemaatten beklenmesi ilginç bir tablo oluşturuyor. Yaptıkları ile değil yapmadıkları, yapamadıklarından dolayı suçlanan bir hareket var karşımızda.
Bunun birkaç nedeni var. Her ne kadar meşrebince birçok haksızlık karşısında ses verse bile muterizlerin arzu ettiği şiddet ve metotları kullanmaması birinci nedendir. Cemaat başkalarının zihnindeki metotları uygulamak zorunda imiş gibi yöneltilen eleştiriler arasında “Neden benim istediğim gibi tepki göstermiyor?” sözlerini sıklıkla duyabilirsiniz.
İkincisi, cemaat bir toplumsal barış projesi ile yola çıktığı günden beri her kesimden birçok insanı dinlemeye ve onlarla iletişim kurmaya çalıştı. Bu iletişimin en büyük iki amacından biri bu konularda iyi niyetli olduğunu göstermek diğeri ise bu sorunlar karşısında kendine ait bir çözüm metodunun varlığından haberdar etmek, kendince kabul ettiği çözüm olan eğitim yolu ile kitleleri bir araya getirmek idi. Bu metodun handikabı ise eğittiği kitleler cemaat kalıbı içine girdikçe bir araya geldiği kitleler bundan rahatsız olmaya başladılar. “Sen proje yap, emek ve para sarf et ama çıkan sonuç benim istediğim gibi olsun.” bakışında olanlar, yapılan bu faaliyetlerden de rahatsızlık duymaya başladılar. Cemaat ise şaşkın bakışlarla bu rahatsızlığın nedenlerini anlamaya çalışıyordu. “Ben eğitim gibi bir ideal peşindeyim ama muhataplarım bu idealimi neden beğenmiyor?” düşüncesi bir araya geldiği kitlelerle aralarındaki ciddi ayrışmaları da doğru okuyamamalarına neden oldu.
Bir başkası, hayatın her alanında var oldukları için farklı hareketlerin de özerk alanlarına girip çıkar oldular. Okul, dershane, eğitim faaliyetleri, cemaatten çok önceleri bu işlere başlamış grupların tapulu mallarına hızla yükselen apartman dikme faaliyeti olarak algılandı. Kürt toplumuna girişleri de bu yollarla olduğundan Kürt siyasi hareketi temsilcilerince tabanı kaçırma ve dönüştürme çabası olarak görüldü. Devlet ve milliyetçi kesimlerce de Kürtlere yapılan eğitim yatırımları ile Kürt kimliğini ve hareketini beslediği algısı ile eleştirildi. Bir tarafı bunu yapmadığını ikna için uğraşırken diğer tarafı da asimilasyonun aracısı olmadığına ikna etmek zorunda idi.
Tarafsız olduğunu iddia edenler...
Bürokrasi, her ne kadar eğitim faaliyetlerinin kaçınılmaz sonucu olsa da, yoğun bir şekilde bürokratik görünürlük de ciddi bir sorun olarak algılandı. Özellikle kurulu düzen temsilcilerinin hiç hoşuna gitmeyecek şekilde oluşan bu yoğunluk karşısında, mücadeleler dönem dönem şiddetlenerek devam etti. Yıllar yılı bürokrasiden cemaat mensubu diye atılan, dışlanan kitleler cemaatin genel politikaları çerçevesinde bunu bir kavga nedeni saymadıklarından dolayı görülmediler. Her yıl cemaatçi/dindar olduğu için hayatın her kademesinde işinden atılan yüzlerce memur bunu bir mağduriyet nedeni saymadı, birçokları hayatın başka alanlarında yollarına devam ettiler.
Ne devletin kurulu düzenine, özellikle de derinlerine ne de toplumdaki farklı kesimlere yaranamamanın sonucunu bugün topyekün bir soykırım karşısında bütün kesimlerin lal olmasını hayretle seyrediyor cemaat mensupları. Bundan önce bu kadar topyekün olmadığı için çok acıtmayan bu saldırılar, bugün özellikle dindar görünümlü yöneticiler ve onların destekleyenler eli ile yapıldığı için oldukça incitici geliyor.
Tarafsız olduğunu iddia edenler ise geçmişten çeşitli nedenlerle getirdikleri kinlerinden kaynaklanan “Oh olsun” korosunda yerlerini almış bulunuyorlar. Cemaat mensupları yaptıklarından dolayı değil daha önce yapmadıkları varsayılan eylemlerden dolayı suçlanıyorlar. Kendi sırça sarayında oturup ne kendi kitlesi için ne başka herhangi birilerine beş kuruşluk menfaati olmayanlar yüksek sesle cemaat eleştirisi yaparak ucuz kahramanlıklar devşirmeye çalışıyorlar.
Bu eleştiri bir zulüm eleştirisi değil. Sadece vicdan denen vahiy alıcısını susturmanın ucuz yollarından biri olduğu için tutulmuş bir yoldur. Kur'an vahyini pasta yapıp yiyenler, vicdan menfezini de kokmaz bulaşmaz, eleştiri görünümlü şekerlemelere banıp yeme konforundan başka bir şey yapmıyorlar.
Bu oluşum bundan önceki badireleri atlattığı gibi bunu da öyle ya da böyle atlatacak. Bu dönemden alması gereken en büyük ders, doğru bildiğini tavizsiz ve ilkelerinden sapmadan yapma azmini bir an olsun bırakmaması ve “oh olsun” korosundan birilerinin başına bir şey geldiğinde “Siz de bir zamanlar bize şöyle davranıyordunuz oh olsun” zincirini kırıp bu fasit daireye bir son vermesi olacaktır. Bu dönemde nerede durursa dursun bu insanların başına gelecekler karşısında cemaat “Oh olsun” demeyerek, yardımlarına koşarak, haksızlıklara karşı durarak bu kısır döngüyü kırmalıdır, kıracaktır.
コメント